CLICK HERE FOR THOUSANDS OF FREE BLOGGER TEMPLATES »

18 Haziran 2008 Çarşamba

Bebeğimiz doğdu. Kalbimiz iki kişilik...



13/12/2007






Saat 22:41, günün hengamesi içinde parça parça yazarak sonunda yazımı tamamlayabildim.
Bütün o yoğun duyguları kelimelerle ifade etmek imkansız belki ama en azından neler yaşadığımı sizlerle paylaşmak istedim.
4 Aralık 2007 Salı
Sıradan bir gece diye düşünüyordum. Fikret eve geldiğinde ben, Sema ablamla konuşuyordum.
Mehmet abi, rüyasında bebek görmüştü. “Hayırdır inşallah, senden haber bekledik” diyordu.
Ben ise hala 1 hafta zamanımızın olduğunu ,oğlanın içerde gayet rahat olduğundan bahsettim.
Sonra İzmir ile konuştuk. Kayınvalidem ve kayınpederim geliş tarihlerini doğuma göre ayarlayacaklarından Cuma günkü (7 aralık) kontrolüm sonucunda az çok tarihin belli olabileceğinden bahsettik.
Öylesine emindik yani analayacağınız doğuma en az 10 gün olduğuna.
Bir komedi filmi koyup seyretmeye başladık. Filmin yarısına gelmiştik ki saat 22:15 civarında içimden “pat” diye bir ses geldi.
Evet abartmıyorum “pat” diye bir ses duydum.
Hemen heyecanla Fikret’e döndüm, “ya bizimki sağlam bir tekme attı ,ya da içeride bir şeyler oluyor” dedim ve hızla tuvalete doğru yöneldim. Ve işte o anda farkettim “pat” sesinin su kesemden geldiğini. Doğumla ilgili “suyum geldi” terimi ben de “suyum patladı” olarak gerçekleşti.
Hemen doktorumu aradım. Doktorum en kısa sürede hastaneye gitmemizi, oradaki hemşireyi bilgilendireceğini söyledi.
Fikret panik bir halde hazırlanmaya ve “hadi hemen çıkmalıyız” demeye başladı.
Ben ise bir o kadar sakin (sanki daha önce 8 çocuk doğurmuşum gibi) “saç fırçası ve fotoğraf makinasını çantaya koyar mısın, ben siteye hastanenin krokisini ekleyip geliyorum” dediğimde gözlerindeki hayret ve korkuyla karışık ifadeyi anlatamam.
Evet ,evet yanlış okumadınız, o halde bloga girip, daha önceden yazmış olduğum ve ilerleyen günlerde eklemeyi düşündüğüm yazıyı siteye ekledim de evden öyle çıktık.
Evden çıktığımızda saat 22:30 idi.
Ümraniye girişine,hatta hastanenin karşısına kadar rahatlıkla geldiğimizde saat 22:45 idi. Ama hiç macerasız doğuma yetişmek olur mu? Tabi ki olmaz.
Aslında tam hastanenin karşısına gelmiştik sadece 100 metre gidip paralel yola geçtiğimizde hastaneydik ama gelin görün ki hastanenin karşısına geldiğimizde, trafiğin kilit olduğunu gördük. İlerde bir zincirleme kaza vardı ve arabalar milim milim ilerliyordu.
İkimizde şaşkın beklesek mi nasıl bir çözüm bulsak diye düşünürken, Fikret bir anda arabanın dörtlülerini yakıp, karşıdan gelen arabalara camdan kafasını çıkarıp “doğuma gidiyoruz” diye bağıraraktan ters yöne girip,üstümüze doğru selektör yaparak gelen arabaların arasından hastaneye dikey bir giriş yaptı.(23:00)
Doğumhanenin önüne geldiğimizde ben belden aşağıya yıkanmış gibiydim.
Hemen NST’ye bağlandım. Rahimde açılma olmadığından, hemşire istersek sabah kadar açılmayı bekleyebileceğimizi ve suni sancı ile doğumu normal olarak gerçekleştirebileceğimi söyledi. Ama sabaha kadar beklememe ve suni sancı verilmesine rağmen rahimde açılmama olması ihtimali de vardı.
Bu yüzden her ne kadar normal doğum yapmak istesemde , doğumun sezaryan ile olmasına karar verdik.
Biz bu kararı verir verdiğimiz andan itibaren beni hazırlamaları ve ameliythaneye almaları arasında sadece yarım saat olduğundan çok istememize rağmen doğum fotoğrafçısı doğuma yetişemeyeceğini söyledi.
23:30’da beni ameliyathaneye aldılar. Sibel hanım da çoktan gelmişti.
Ameliyat için bana neler yapılacağını anlatırken, ben üzülerek doğum fotoğrafçımızın yetişemeyeceğini ve bu sebebple gelemeyeceğini söyleyince hemen bizim kendi makinamızı getirttirdi de bir önceki “ilk resimler” isimli yazıdaki resimlere sahip olmamızı sağladı.
Spinal anestezi için sırtımdan yapılan iğneler sonrasında belimden aşağısı tamamen uyuştu.
Ameliyat ekibi beni doğum için hazılamaya başladı. Bir yandan Sibel hanım ile sohbet ediyor, bir yandan da neler olup bittiğini anlamaya çalışıyordum.Ameliyat tam 24:00’de başladı.
Slow parçalar eşliğinde karnımın üzerinde hareketler hissediyor oğluma kavuşacağım için sabırsızlanıyordum.
Katman katman kesildiğimi hissettiğim (ama hiçbir ağrı hissetmediğim ) o anlarda, küçük prens her zamanki gibi içerde coşuyordu.
Tabi otomatikman benim aklımdan “bu kadar çok hareket ederse acaba son katmanı kendi açıp çıkar mı? Ve “eyvah eyvah bu kadar harekete kesin bizim oğlan doğarken sünnet olacak” gibi abuk sorular geçiyordu ki.... karnımda bir rahatlama ve ciyaklama tarzında bir ağlama sesiyle kendime geldim.
Duygularım karma karışıktı.Daha 15 dakika önce içimde kıpır kıpır hareket eden oğlum şimdi dibimde ağlıyordu. Gece yarısını 15 dakika geçen oğlumuz 5 Aralık Çarşamba doğmuş oldu.
İlk sorum herşey normal mi,sağlıklı mı oldu. Sibel hanım, görmem için bebeği bana doğru uzattı.
Oğluma bakıyordum.
Tüm hemşireler ne kadar güzel bir bebeğim olduğunu söylüyorlardı ama ben sıvılar içinde yarı kırmızı cin gibi gözlerle bakan Efe Deniz’e bakıp içimden “allahım günah yazma” diyerekten “acaba böyle çirkin mi kalacak, hemşireler ben üzülmeyeyim diye mi güzel diyorlar” diye düşünmekten kendimi alamıyordum.
Sonra oğlumu temizlemek ve kordonunu kesmek için götürdüler.
Benim 15 dakikalık işim daha vardı.
Dikiş işlemim tamamlanmadan , temizlenip, kordonu kesilmiş ufaklık tekrar yanıma getirildi ve yanıma verildi.
Yine herkes “pek güzel” diyordu demesine ama boynumun boşluğuna yerleştirilen oğluş o kadar yakınımdaydı ki tek görebildiğim simsiyah bana doğru cin cin bakan bir adet göz olabildi ve yine bir şey anlamadım.
Ameliyattan çıktığımda saat 24:30 olmuştu.
Ameliyathanenin kapısında Fikret ve annem beni bekliyorlardı.
İkisinin de beni gördüklerinde gözleri parladı. Ben gayet kendinde bir halde gülüp, el sallayarak oğlanı görüp görmediklerini sordum. Onların o sırada tek derdi benim iyi olup olmamamdı.
Sedye ile yukarı çıkarılmak için asansörün önündeyken tüm aile fertlerini orda olduğunu gördüm.
Yukarı odaya çıkar çıkmaz Efe Deniz’i yıkanmış, paklanmış kıyafetleri giydirilmiş bir halde yanıma getirdiler. Ve ilk emzirme deneyimim için yanıma verdiler.
İşte o anda yaşadığım duygu yoğunluğunu anlatabilecek tek bir kelime yok yeryüzünde.
Gözümden bir damla yaş süzüldü. Sanırım tüm o yoğun duygular o bir damla yaşın içindeydi.


Ve sanırım o ilk temas bir daha asla kopamayacak o güçlü bağı oluşturmuştu aramızda.
Kollarımın arasında savunmasız, minnacık, şaşkın gözlerle bana bakan bu bebek, bu güzellik bizim oğlumuz muydu?
Ben hala inanmakta zorlanıyordum. O ise beslenmektde zorlanıyordu.
Bir süre emdikten sonra yorgun düşen ufaklık, cin gibi bakan gözlerini kapatıp kendini uykunun huzurlu kollarına bıraktı. Ama beslenmesi gerekiyordu.Yanağından uyarıldığında tekrar emmek için çabalayıp tekrar yorgun düşüp uyuyakalıyordu.
Bambaşka bir aşktı bu tüm hayatım boyunca tatmadığım.
Gözlerimi üzerinden ayıramıyorum. Yaklaşık 20 dakikanın sonunda hemşireler, göğsümde uyuklayan oğlumu kollarımdan alıp yatağına yerleştirdiler.
İşte o gece, uykusuz geçecek olan gecelerin ilki olduğunu anladım.
Bütün gece “ya nefes almazsa, ya ağlarsa, ya bir terslik olursa” diye gözüm üzerinde kendi kendime “bu bebek şimdi bizim mi? diye sorup durdum.
Ve uykusuz kaldığımda huysuzlanan ben, ertesi gün sanki bütün gece uyumayan ben değilmişim gibi büyük bir enerji ile oğlumuz ile ilgilenmeyi sürdürdüm.
Hatta ertesi gün ziyarete gelen tüm eş,dost,akrabalar da enerjimizi takdir ettiler.
(Bu vesileyle hastane süresi boyunca ve evde ziyarete gelen herkese teşekkür ederiz.)
İlk gece ne olup bittiğini anlayamayan ve bütü gece kuzu me’lemesi gibi sesler çıkararak uyuyan oğlumuz 2. gece “şştt kendinize gelin anne-baba oldunuz, bebek dediğin emer-ağlar,kaka yapar - ağlar,gaz çıkarır -ağlar, sebep yokken ağlar hadi bakalım kolay gelsin” mesajını verdi ve annesiyle babasını bütün gece ayakta tuttu.
Taze anne-baba, bizler ise o her ağladığında yarı sudan çıkmış balık kıvamında, yarı içimiz acıyarak, onu nasıl yatıştırabiliriz diye çabalayıp durduk.
3.gece de ikinci geceden çok farklı olmadı ama biraz daha oğlumuzun beden dilini çözmeye, biraz daha tecrübelenmeye başladık.
3. günün sonunda artık evimizdeydik. Ve hayatımızda yepyeni bir sayfa açılıyordu.
Bugün Efe Deniz 8 günlük.
Bu kadar zaman yazamadıysam, onu bırakamamamdan-uyurken bile bırakmaya kıyamamamdan.
Çünkü bu, öyle yoğun bir aşk ki insan her an onun yanında olup,her an göğsünde tutmak istiyor.
Bugünlerde ilk başta yaşadığım duygu karmaşası yerini sonsuz ve karşılıksız bir sevgiye bıraktı.
Tüm günün yorgunluğunun yok olup gitmesi için yüzüne bakmak yetiyor. Nefes alıp vermesi, dudaklarını büzmesi, dilini çıkarması,yüzünü buruşturması,eliyle gözünü kapatması insanın içine huzur veriyor.
Hele bir de gülümsediğinde tüm dünya ayaklarının altından kayıyor insanın.
Fikret , “baba olmak nasıl bir his” diye soranlara, “ayaklarım yere basmıyor” diyordu. İşte öyle birşey.
Evet, kolay değil,tabi ki de zorlukları var. Ağlıyor,uyutmuyor, zorluyor ama tek birşey söyleyebilirim ki herşeye ama herşeye değiyor...
Bu sevgi hiçbir şeye değişilmiyor.